19 Ağustos 2015 Çarşamba

Yalnızlık Senfonisi

Anladım, sonu yok yalnızlığın.

Yalnızlık Senfonisi 1991 yılında ilk defa Sezen Aksu tarafından seslendirilen bir Fatih Atakoğlu eseri.
Bazı şarkılar, bazı kelimeler kurşundan daha tehlikelidir.
Kelimelerin anlamları kurşunun aksine ruhunuzu dağıtır.
Kabuk tutmuş yaranızı hiç iyileşmeyecek şekilde kanatır.
Yalnızlık Senfonisi de öyle bir şarkıdır benim için. Şarkı bas bas ''yalnızlık''ı bağırırken bir de bunun yanında ''senfonisi'' vardır. Senfoni, bir ''orkestra'' için bestelenmiş müziktir.
Yani aslında şarkı ''Hem çok, hem yok''u anlatır kanatlarının altında.
Bir sürünün arasındaki yokluğu anlatır.
Bu yalnızlık öyle dillere pelesenk olmuş birini kaybetmenin üzerine kurulmuş bir yalnızlık değildir aslında.
Varoluşun yalnızlığıdır.
Kendini kaybetmenin yalnızlığıdır. Bir sürünün içinde hiç olmaktır.
Hepimiz senfoninin içndeki yalnız değil miyiz aslında? Bir düşünsenize.
Okuldaki ''o'' kişiyiz. Arkadaşlar arasında ''o'' kişiyiz. Yabancılar için de ''o'' yuz.
Peki biz gerçekten ''O'' muyuz?
Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte.
Hiçbirimiz ama hiçbirimiz yalnız olmadığımızı inkar edemeyiz. Deneriz. Biliriz içten içe tek başımıza olduğumuzu ama kendimize bile itiraf edemeyiz.
Kalabalıkta boğuluruz biz. Kendimizi kandırırız. Bile bile kandırırız.
Kabullenemeyiz başlarda. Korkarız. Takvimlerin yapraklarını koparamayız. Uyuyamayız sırf o gün bitmesin diye.
Geceyi bu yüzden severim. Karanlıktan korkarım ama yalnız ve sadece kendim olurum geceleri. Şehrin uğultuları kesilir. Kirli zihinler çekilir yollardan. Gerçeklerle saf bir şekilde sadece ben kalırım.
Yokluğumla ben başbaşayız, nihayet.

Var mıdır sahi? Yalnız olmayan bir insan var mıdır? Gerçekten var mıdır? Yalvarırım söyleyin!
''Dün akşam arkadaşımla dışarıda oturuyoruz, saat 9 civarı. Hava git gide kararmaya yüz tutmuş. Bana dedi ki ''Üzülüyor Musun?''
''Alıştım'' dedim, ''alışıyorsun.''

Alışır her insan. Alışır zamanla kırılıp incinmeye.
Asla deriz. Asla geçmeyecek bu acı. Bu sefer toparlanamayacağım deriz. Gözyaşlarımız hiç tükenmeyecekmişçesine akarlar. Nasıl geçer ki bu acı?
Alışır her insan. Alışır zamanla kırılıp incinmeye.
Alışığız hepimiz. Her kabuğu kaldırışımızda artık acısını tahmin ederiz. Bağışıklık kazanırız.
Çünkü olağan yıkılıp, yıkılıp yeniden ayağa kalkmak.

İnsanlar varken yoklar. 5 saniye önce varlar, 5 saniye sonra yoklar.
Savaşırız bazen. Kendimizle savaşırız, her şey kendimizde biter.
Bir şarkı, eski bir koku, belki eski bir oyuncak.
O cadde bile bize yalnızlığımızı tekrar, tekrar hatırlatır.
O cadde kollarının arasında can çekişen ''o''nun öldüğü caddedir. İşte şimdi orada yapayalnızsın.
Yokluğumla ben  baş başayız.
O şarkı, mezuniyetinde sevdiğin insanın kollarında söylediğin şarkı değil miydi? Şimdi sevdiğin insan yok ama şarkı var. Yalnızlığın var.
Ah, bu koku? Bir saniye, hatırlayacağım... Tabii ya! En sevdiğin yemeğin kokusu bu. En son ne zaman yemiştin? Kahretsin, bu yemeği en son ''o'' yapmıştı sana.
Yalnızken hiç yiyemedin ki...
Ama bak yalnızlığın hep yanında. O hiçbir yere gitmedi, hep oradaydı. Sen göz ardı ettin onu. Kabullenmedin. İttirdin.
Şimdi Yalnızlığın ve sen berabersin. Her zaman olduğu gibi...
Kandırırız kendimizi. Mutluluğun kollarına atmaya çalışırız sürekli. Çünkü bize bu öğretildi. Mutluluk iyiydi, acı ise kötü.
Senfoni cennetti. Yalnızlık ise cehennem.
Oysa her mutluluğun sonu hüzün değil midir?
Mutluluk geçicidir, hüzün ise kalıcıdır. Bize ulaşmayı beklerler.
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette.
Her kalabalıkta eşsiz ve tekizdir.
Yalnızlık kalıcıdır. Söylesenize!
Her yolun sonunda kendi kendimize kalmadık mı? Nerede o çabalarımız, nerede o sevgilerimiz?
Yaralı dizlerimizi unutup kendi kendimizi kaldırmadık mı ayağa?
Kabul edin artık, Yalnızız. Allah kahretsin ki hepimiz birbirimize yalnızız.
Anlaşılamamızın hikayesidir bu. Bizi bizden başka kimse anlayamıyor, anlayamayacak.
Olağan yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak.
İşte bu sınıfın tam ortasındaki kızın hikayesidir. Azimle haykırır hep. Günden güne güçlenir. Güçlendirir kendini. O haykırışı kalabalığın ortasında ondan başka kimse duyamaz. İşte o Senfoninin ortasındaki yalnızdır.
Hepimiz Senfonin ortasındaki Yalnızız.
Bulutlar üstümüze ha yağdı ha yağacak, kısmet.
Hayatımızın her alanında yalnızızdır.
Sınava girerken, sınavdan çıkarken, savaşırken, ölürken, kazanırken, kaybederken...
Hep bir eşlik edenimiz vardır, Yalnızlığa eşlik eden senfoni gibi.
Yan rollerdedirler hep. Biz yalnızlığı kabullenmedikçe sızarlar hayatımıza.
Kuşanın hüznünüzü hepiniz. Alın gözyaşlarınızı yanınıza. Alışın. Kabullenin.
Kırılacağız, üzüleceğiz... Ta ki yalnızlığımızı kabullenene kadar.
Acılarınzdan destek alın. Bağlayın kendinizi yalnızlığa. İşte o zaman dokunulmaz olacaksınız. İşte o zaman ''o'' insan olmaktan çıkacaksınız.
Yalnızlığına sarılın. Yalnızlık sahip olduğumuz tek gerçek!
Ve bu şarkı... Her insan için altında ayrı hikaye yatan bu şarkı.
Feryat edin bu şarkıyı. Hayatınızın her alanına uyarlayın. Çünkü bu bestenin her bir notasında bir parça ruhumuz saklı hepimizin. Bulunmayı bekliyorlar.
Şarkının içindeki hikayenizi bulmanızın ümidiyle...
Haydi gelin üstüme, Korkmuyorum!






28 Temmuz 2015 Salı

Kürk Mantolu Madonna vs Kötü Çocuk (Benden size bir mektup var!)


Kitap yorumumun üzerinden bir hayli geçti ve doğruyu söylemek gerekirse ilk kitap yorumumdan sonra böyle bir yazı gireceğimi tahmin etmezdim ama yazmazsam asla rahat edemezdim.


Kürk Mantolu Madonna vs Kötü Çocuk


Son zamanlarda bu karşılaştırmayı hepimiz çok duyar olduk. Malum, kötü çocuk birçok yer tarafından ‘’edebiyat’’ kategorisi altına sokulduğundan dolayı bir kısmımızın (ben de dahil) buna tepkisi ‘’Nasıl böylesine yazarlarla aynı isim altında olabilir?’’ oldu ve kendimizce haklıydık da. Eğer abartmasaydık…
Bir süredir gözlemliyorum da gerçekten bu iş çığrından çıkmaya başladı. Alakasız durumların altında Kötü Çocuk ve türevlerinin yerilmesini geçtim insanlara akıl vermeye başlandı. Hatta bugün ‘’Kitap var, kitap var. Kötü Çocuk yerine sabahattin Ali oku, Kafka oku, Zülfü Livaneli oku göreceksin o zaman…’’ tarzında bir yorum gördüm  ve bu yorum şu an sizlerle bu yazıyı paylaşmama vesile oldu diyebilirim.

Bir insan Büşra Küçük okurken aynı zamanda Livaneli de okuyabilir.
Edebiyat kategorisi Sabahattin Ali’den, efendime söyleyeyim Zülfü Livaneli’den ibaret değildir.
Ha  bir de bildiğiniz tek edebiyatçıların bu isimler olması da size pek Wattpad kitaplarını böyle delicesine yerme hakkını vermez diye düşünüyorum ben. Çağımızın büyük sorunu zaten konuya hakim olmadan bilmeden konuşmak. Fanatik edebiyatçılık*
Ben de Kötü Çocuk ve türevlerine olumlu düşüncelerle bakmıyorum. Hatta bunu Kötü Çocuk yorumumda da açıkça fark edebilirsiniz fakat herhangi bir insana akıl vermek hele onları okudukları kitaplarla ezmek hiç kimseye düşmez. Kafka, Sabahattin ali, Recaizade-i Mahmut Ekrem bir hava atma statüsü değildir. Kitap bu demek değildir.


Hadi her şeyi geçtim edebiyatı iyi olan biri Kürk Mantolu Madonna ve Kötü Çocuk arasındaki farkı gayet net fark edebilir diye düşünüyorum, yanılıyor muyum? Tepkini göster ama birilerine tepeden bakarak değil. Tepkini kitaba, yazıya göster insanlara değil. Kimsenin kişiliğini eleştirmek bir kitap severe düşmez, düşmemeli. Yakışmaz da zaten. Bu tip kitapları dilediğiniz gibi eleştirin. Ama olay okuyan insana gelince durup bir kendinizi sorgulayın ‘’Okuduğum onca kitap bana bunu mu öğretti?’’ diye. Yazar değil yazı odaklı olun lütfen. Hani bir ünlüyü seversiniz çıkardığı her albümü, eşyayı almak istersiniz ya aslında bu iş tamamen onun gibi. Sevmeyince de toptan karşı olunur. Sırf sizin düşüncenizi destekliyor diye kötü olan şeyleri övmeye, desteklemeye başlarsınız. Oysa senin görüşün dışında da güzel şeyler olabilir. Bu fanatik edebiyat taraftarlığı* tamamen kitapların masumluğuna leke sürüyor. Kitap okumak yalnızca kültürü değil zekayı da geliştirir.
Tekrar ediyorum, Kötü Çocuk’tan ölümüne nefret edebilirsiniz ama bu okuyan insanları size eleştirme, tepeden bakma hakkı v e r m e z.
Bu mevzuların ilk başında farkında olmadan ben de böyle davrandım maalesef. ‘’Ay kötü çocuk okunur mu ya? O kadar güzel kitap varken insanlar nasıl okuyor bunu püf’’diyerek ben de gözlerimi devirdim ama bunun bir edebiyat aşığı insanın üzerinde o kadar iğrenç durduğunu öyle bir sert fark ettim ki, şu an dediğim her cümle için kendimi aşırı iğrenç hissediyorum. Bu birçok insanın size "Neden fantastik okuyorsun? Benek kitabı. Neden popüler kitaplar okuyorsun? Onlar kitap bile değil." Demesinden farksız. Aslında farkında olmadan siz de başka insanlara aynen böyle yapıyorsunuz. Ne düşünürsem düşüneyim, istersem kötü çocuğun bir kitap olmaya değmeyeceğini bile düşüneyim bu bana asla okuyanlarına laf etme hakkı vermez. Sadece bana değil hiç kimseye vermez.
Sevgili Kötü Çocuk ve türevlerini, okuyanları, yazarlarını hatta ve hatta okuyup okumadığını sevip sevmediğini bile bilmediğiniz insanların bu kitaplarla alakasız durumlarında yani her ortamda alakalı alakasız yeren arkadaşlarım.
O güzel Kafka ve Sabahattin Ali kitapları size böyle davranmayı mı öğretti? Lütfen bunu sorgulayın. Ha eğer Kafka ve Sabahattin Ali okuyup hala böyle davranıyorsanız üzgünüm ama okuduğunuz o kitapların size hiçbir yararı bulunmamakla birlikte yazarlarının da kemiklerini sızlatmışsınızdır. Edebiyat taraftarlık yapılacak bir alan değildir. Edebiyat kişiyi geliştirir, düşünce odaklıdır. Edebiyat sizi başka insanlarla birbirinize düşürmez.

 Umarım bu yazı hepimizin bir şeyleri fark etmesini sağlar.
Sevgilerimle…

Bookbloggersdoitbetter

25 Haziran 2015 Perşembe

Buzkentin En Soğuk Kızı// Kitap Yorumu (BibliophilesJournal)

Orijinal Adı: The Coldest Girl In Coldtown
GoodReads Puanı: 3.87
Türkçe Yayın: Artemis Yayınları
Sayfa Sayısı: 449
Çeviri: Deniz Evliyagil
Satın Alabileceğiniz İnternet Siteleri: İdefix, D&R, Kitap Sihirbazı, Okuoku, İlknokta, Amazon Kitap Yurdu, 
Tür:Fantastik

Tana'nın dünyasında Buzkent denen, duvarlarla çevrili şehirler vardı. Karantinaya alınmış canavarlarla insanların yaşadığı Buzkentler, av ve avcının bir arada olduğu kanlı bir hapishaneydi. Ve Buzkent'in kapısından bir kez içeri girince, bir daha çıkamazdınız...

Tana son derece sıradan bir partinin sabahında uyandığında, kendini cesetlerin arasında bulacaktı. Korkunç katliamdan onun dışında iki kişi daha sağ kurtulmuştu. Tana'nın sevimli eski erkek arkadaşı ve korkunç bir sır saklayan, gizemli bir genç adam. Tana; üçünün de hayatını kurtarmak için bildiği tek yolu izleyecek, doğruca Buzkent'in dehşet verici kalbine gidecekti.







''Şafaktan daha tehlikelisin''

Merhaba! Bloguma resmi olarak ilk yorumumu giriyor bulunmaktayım ve aşırı heyecanlıyım! Birçok insanın ilk defa hiçbir düşüncemi kısaltmadan yazacağım uzun yorumumu okuyacak olduklarını bilmek beni çok mutlu ediyor.
Instagram hesabımdan da bildiğiniz üzere bu ay Artemis Yayınevi'nin de katkısıyla yeni çıkan kitapları Buzkentin En Soğuk Kızı kitabının turunu gerçekleştiriyoruz. 
Her zaman vampirli kitaplara karşı ön yargılı olmuşumdur. Özellikle Gece Evi serisinin ilk kitabını bile tamamlayamamış bir kız olarak çok beğendiğim bir kitap olsa dahi sakince aldığım rafa geri bırakıyordum. Ta ki Holly Black ile tanışana dek.

Demir Yıl kitabından da bildiğim ve büyük bir hayranı olduğum Holly Black'in kitabının çevirileceğini öğrendiğim an ''Bu kitabın turu her ne olursa olsun bizde olmalı!'' dedim ve Tur grubumuzla büyük bir çalışma içerisine girdik. Vampirli olması umurumuzda bile olmamıştı, biliyorduk Holly Black bizi hayal kırıklığına uğratmazdı.
Yanılmadık da. Okuduğum vampir kitapları bir elin parmağını dahi geçmiyor bile olsa bu kitap vampirleri ele alan kitaplara karşı daha sıcak yaklaşmamı sağladı diyebilirim.


''TÜM KURALLARI BAŞKA BİRİ TARAFINDAN BELİRLENEN BİR OYUNDA ASLA KAZANAMAZSIN.''



Kitabın ilk önce ''zehir yiyenler'' adlı kitapta öyküsü yazıldı fakat Holly Black'in kararıyla kitaba dönüştürüldü.  Konusuna göre sakin bir ilerleyişi var. Her şey Tana'nın arkadaşının düzenlediği bir partinin sabahında kendisini küvette bulmasıyla başlıyor. Parti vampirlerin saldırısına uğramış bulunmakta. Bu partiden sağ çıkan 3 kişi var, Tana, onun eski erkek arkadaşı Aidan ve hayli yakışıklı bir vampir olan Gavriel. Tana uyandığında Aidan ve Gavriel'in duvara zincirlerle bağlanmış olduğunu görür ve onları kurtarır. Fakat bir sorun vardır, Tana onları kurtarırken katliamı yapan bir vampir tarafından ısırılmış ve soğuk kapmıştır. Aynı şekilde Aidan'da soğuk kapmıştır ve bu 3 insan soğuktan kurtulmak için vampirlerin ve soğukların yaşadığı  Buzkent'e doğru yola çıkarlar, olaylar buradan itibaren başlar. Tana Gavriel'in neden onlarla geldiğine bir anlam veremez fakat bunu sormaz da. Çünkü Buzkent yolunda Gavriel'den hoşlanmaya başlamıştır.

"'Ölüm neden yaş ve gençlik arasında ayrım yapar diye mi soruyorsun?'dedi Gavriel sakince.'Ölümün de herkes gibi kendine göre beğenileri,favorileri var. Ölümün sevdikleri ölmez."

Tana çok yardımsever ve kendinden çok başkalarını düşünen bir karakter. O kadar sevimli ve cana yakın geldi ki bana favori karakterlerimden biri oldu diyebilirim. Cesur karakterleri daha bir seviyorum! Aidan karakter olarak sempatik çılgın bir şey. Tam tanımlayamıyorum da, o kadar sinir oldum ki (Yazar burada abartılı bir şekilde göz devirir.) Gerçekten sevemediğim bir karakterdi. Uğraştım ama olmadı. Gavriel ise hoşlanılmayacak bir tip değil. Tana'ya bu yüzden hiç kızamıyorum! Beni en çok şaşırtan karakterlerden biri oldu. Anlatılan yakut gözleri hayalimden bir türlü silinemiyor.  

''İnsan ne zaman en dipte oduğunu,daha fazla batamayacağını düşünse mutlaka daha dibe batar. Korkacak daha kötü bir şey vardır daima.''
Kitabın  başındaki alıntılar bilge kişilerin ölüm hakkında yazdığı cümlelerden oluşuyor. Bu fikire ilk defa Buzkent'in En Soğuk Kızı kitabında rastladığım için çok hoşuma gitti. Cümleler gerçekten çok hoş. Kitap 3 kişinin bakış açısından anlatılıyor. Tana, Gavriel ve Aidan. Kitabın içinde geçmişten kesitlere rastlıyorsunuz. Geçmiş kesitlerinden hoşlanmayan bir insansanız bu biraz kafa karıştırıcı olabilir ama çok rahatsız edeceğini sanmıyorum. Sizi yoran bir kitap değil, aksine sevmediğim bir tür olmasına rağmen akıcılığı beni bile şaşırttı. Gavriel'le ilgili öğrenilen gerçeği hiç beklemiyordum ve tahmin de edememiştim. Bu gerçek beni kitaba karşı tabiri caizse dumura uğrattı diyebilirim. Kitapta çevirmenden kaynaklı birkaç küçük hata var fakat bunu kitabın yetiştirilmeye çalışmalarına yoruyorum. Yine de dikkat edilse çok daha hoş olabilirdi, bu gibi hatalar bizim radarlarımızdan kaçamıyor. Kitabın sonu ise beni tatmin etmedi. Ah, o son... Ucu o kadar açık ki, ne oldu ne bitti anlayamıyor ve bilemiyorsunuz. Bu da sizi haliyle sinir ediyor. Umarım Holly Black ikinci bir kitap çıkarır da kafamdaki soruları giderebilirim.









24 Haziran 2015 Çarşamba

ORADA BİR BLOG VAR UZAKTA

Uzun, çok uzun zamandır instagram'da bookbloggersdoitbetter kullanıcı adım altında yorumlarımı sizinle paylaşıyordum. Fakat instagram'da 2000 karakter kısıtlamısı gibi lanet bir durum olduğundan bir türlü tam olarak yorumlarımı giremiyor, sağından solundan kırparak atıyordum. E haliyle bu da içime sinmiyordu. Bugün bütün gün boyunca uğraştım ve bir blog açabildim! Ben de artık buralardayım!!!
Artık instagram'ımda bulunan çoğu kitabın eleştirisini uzun uzun bir şekilde buraya yazacağım. Aynı zamanda yazdığım denemeleri, izlediğim dizi ve filmlerin yorumlarını da paylaşmayı düşünüyorum.

Hadi bakalım! Uzun yorumlar sizi bekler!